MİLLİYETÇİLİĞİ DOĞRU ANLAMAK

GÖKHAN YILMAZ




1. Başlıkta: "Doğru" sözcüğü, "upuygun" anlamında kullanılmıştır. Anlatılmak istenen; üstüne sözsöylenen ile söylenen sözüp upuygunluğudur.

2. Anlamak: Anlama ulaşmaktır. Anlam, çok kabaca; bir şeyin gösterdiği kavramlar bütünüdür.

3. Bir şeyi anlayabilmek için; o şeyin, bilince açık ve seçik olarak verilmesi gerekir. O şeyi anlatmak için kullanılan kavramlar da, aynı biçimde, açık ve seçik olmalıdır.

4. Bir var-olanın (düşünmede, dilde ya da dış dünyada olsun) bir bütün olarak ve hiç bir tutarsızlık olmadan kavranması durumunda; 'açık', başka bir var-olan ile karıştırılmaması durumunda da; 'seçik' olduğunu söyleriz.

5. Her 'açık' olan, aynı zamanda 'seçik' olmak zorunda değildir. Hatta, çoğu zaman olmaz da. Ancak bu; anlamayı zorlaştırır, bulanıklaştırır.

6. Bir şeyin açık ve seçik olarak verilebilmesi; bilinçte, daha önceden, onun tanınmasına yardımcı olabilecek kavramların bulunmasına bağlıdır. 'Zabtrvesfab' sözcüğü size hiç bir şey ifade etmez. Onunla ilgili hiç bir şey düşünemezsiniz. Çünkü, onunla ilk kez karşılaşıyorsunuz ve onu anlamanızı sağlayacak, onunla ilişkilendirebileceğiniz hiçbir kavram zihninizde önceden yoktur.

7. Bir kavramın ve onun karşılık geldiği şeyin, bize bir anlam ifade edebilmesi için, hep 'daha önceden' bulunması gereken kavramlar bütününe 'o kavramın öncesi' diyorum.

8. Kavramlar gökten zembille inmezler. Hemen hemen her kavramın bir 'önce'si ardır (matematik ve ahlâk gibi kimi özel alanların bazı kavramları bunun dışında kalmakla beraber; bunlar konumuzu ilgilendirmediğinden dolayı göz ardı edilecektir. Buna (10)'da da değinilecektir.)

9. Kavramın, bir öncesi'nin olması; bu önce-nin bütün zihinlerce taşındığı anlamına gelmez.


10. Bütün kavramların soyutlamalar sonucu elde edilip edilmediği, felsefe tarihi boyunca önemli bir tartışma konusu olmakla beraber, 'öncesi olan' bütün kavramlar soyutlamaların sonucudur (bizim ilgilendiklerimiz de bu türden kavramlardır).


11. Soyutlamaların olabilmesi için; somutluğundan soyulacak somutların olması ve bu ilişkiyi gerçekleştirecek olan özne olduğuna göre de; öznenin somutlarla olan ilişkiyi yaşamış olması gerekir.


12. Özne, bu tür bir ilişkinin sonucunda ortaya çıkmış olana, kesinlikle, bir 'ad' bağlar. Bu 'ad', artık, 'öncesi olan bir kavram'dır.


13. Dünya, insana hazır olarak verilmiş değildir. İnsan, dünyayı 'dil' ile kurar. Bu 'kurma' işinin yapı ustaları, ağır işçileri: kavramlardır.

14. Bir kavramın öncesi ile anlatmak istediği şeyin geçmişi arasında bir bağlantı vardır.


15. Bir kavramın önce'si ile geçmiş yaşantılarımız arasında bir bağ, bir koşutluk yoksa; o kavram, 'imdiki zaman'da da bize bir şey ifade etmez.


16. Özellikle toplum yapısı ve değerleriyle ilgili kavramlar, uzun süren tarihsel mücadeleler sonucu zihinlerde biçimlenmişlerdir.


17. Bu; söz konusu kavramların dayandığı tabandır.

18. Toplumları; dilleri ve tarihleri belirler ve insan; tarih duyuşuna sahip tek varlıktır.


19. Tarihlilik; tarih içinde herhangi bir obje olmak değil, 'tarih bilinci' ne sahip olmaktır. Tarihli olmayan toplumlar, aslında, ancak 'topluluk'turlar. Hayvanların tarihi olmaz.

20. Millet olmak; tarihli olmaktır.

21. 'Tarih'in oluşu; olanaklarını içinde taşıyan bir 'çekirdeğin' kendini açması, sunması biçiminde olur. Söz konusu metafizik çekirdeğin, içinde taşıdığı olanakları (kendini) gerçekleştirme süreci ve alanıdır, tarih. Ancak, bu bütün toplumlar (milletler) için aynı değildir. 'Kendini Sunma (açma)', tarihli olan her millette kendine özgü bir biçimdedir.Bu özel biçim dahi, bir olanak olarak, çekirdekçe barındırılmaktadır. Açılım; ancak, 'öz'e uygun olarak gerçekleştirilebilir. Bu anlamda, milletlerden bağımsız ve/veya bütün milletler için ortak olan bir 'dünya tarihi'nden söz etmek olanaksızdır.

22. Tarih yapmak; eylemektir. Her eylemin ardında bir 'değer' bulunur.


23. 'Yüksek Değer' olsun, 'araç değer' olsun; değerler 'kendine özgü' olduğu noktada 'tarihlilik' ve 'millet' belirmeye başlar.


24. Bir millet tarihinden devşirdiği, 'kendini tanımlayan değerler' ile 'millet' olur. Tanımlayıcı değerler 'örf'ün dayandığı temeldir. Başta; eğitim, hukuk ve yönetim biçimi olmak üzere, üretim ve bölüşüm biçimi dahi, bütün toplumsal kurumlar örfe dayanmak zorundadır.

25. Bir milleti, çelişkilerden ve çatışmalardan korumanın tek yolu; Ona, 'tarihin özel biçimi'ne uygun kavramlar ve kurumar sunmak, bunlarla iş görmesini sağlamaktır. Bir milletin ürettiği kavramlar, kendini sunma biçiminin alt biçimleridir. Bir geçmişi içlerinde taşırlar ve her kullanıcısına bu geçmişi var-saydırırlar. Bireyler, bu alt biçimlerle, 'kendini açma özel biçimi' arasında bağ kurarlar. Deyim yerindeyse; 'pay alırlar'. Sayısız motif içinde, bir kilim motifin 'özel' olması ve hatta sayısız tavır içinde bir tavrın 'özel' olması, hep bu 'pay alma' ile ilgilidir. Onları benzerlerinden ayıran ama kendi aralarında aynı kılan; 'aynı şey'den pay almış olmalarıdır. Milliyetçilik de budur. Türkçülük: 'Türklük'ten (bir 'genel ruh'tan) pay almak, onu kendinde temsil etmek, yansıtmaktır; Türklüğün kendini gerçekleştirme biçimine uygun eylemektedir. Zaten, bu işleyişe göre 'programlanmış' insan bunun dışına çıktığında; 'kişi' olarak da kendini gerçekleştiremez. Kişisel var-oluşunun sorunlarında boğulur; çelişkilerden, çatışmalardan kurtulamaz.

Milliyetçiliği, bu söylenenler dışında, 'millete fayda sağlamak', 'milletlerarası rekabet', 'toplumsal dayanışma' ve 'yalnızlıktan kaçınma' gibi yaklaşımlarla açıklamaya çalışmak, bizi; pragmatizmin, liberalizmin, sosyolojizmin veya psikolojizmin kör batağına sürükler ve orada boğar.

26. 'Evrensel' olarak gelen (vahiy) dışında hiç bir evrensel değer yoktur. Bütün evrensellik iddialarının ardında 'dince' bir duyuş saklıdır.

27. Bilimsel verilerin yorumu, teknolojinin kulanım biçimi ve yönü, çağın gerekleri, uygarlık düzeyi, insan hakları, ilericilik, uluslararası hukuk... Hiç birinin nesnel bir ölçütü yoktur.

28. Hayvan 'çevre'de yaşar. İnsan 'dünya'da yaşar. Hayvana çevresi verilmiştir. İnsana dünya verilmez. İnsan dünyaya doğmaz, dünyasını kendi kurar. Yeryüzünü 'dünyalaştırır'. Bunu yaparken 'kendi' dışına çıkamaz. Dünyayı kendine göre kurar. Kendi: Tanımlayıcı değerleridir.


29. O halde, insanın ilk ödevi: Tanımlayıcı değerlerini yaşatmak ve onlara göre yaşamaktır. Aksi takdirde; yaşayan 'kendi' olmaz.

30. Bu çerçevede; 'Aydın olmanın ilk koşulu, 'taraf olmak'tır. Taraf olmayan, aydın olamaz. Tanrının bildirdiği dışında evrensel değer olmayacağı gibi, yalavaç dışında da evrensel aydın olamaz. Aydın; belli bir toplumun aydınıdır. Onu aydınlatır.

31. Aydın, 'Biz'den biri olmak zorundadır.

32. 'Biz' kendine yönelik bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığını anladığında; tavır alır. Bu tehlikenin niteliği; Onu topyekün ortadan kaldırmak ya da 'ortak ruh'u yok etmek suretiyle iflah olmaz ve uzlaşmaz çok sayıda 'ben'lere ayırarak, 'Biz'i (bizliği) yok etmek biçiminde olabilir. Böyle bir tehlike karşısında, söz ettiğimiz gibi tavır alınabilmesi 'farkında olma' ya bağlıdır. Bunun için de, 'bilme'ye muhtacız. İşte, bu aşamada 'Bizliğimizi' tehdit eden kavramları, kurumları, anlayışları bize bildiren, tanıtan kişidir; aydın.

33. Bütün bu söylenenler kabul edilmekle, sorun çözülür mü? Hayır! Bunları kabul edenler dahi 'Tarihin özel biçimi' konusunda anlaşamayabilir. Güncel toplumsal olayların bile; 'ilerleme-gerileme-sapma' gibi farklı biçimlerde yorumlanmasının temelinde bu vardır.

34. Yapılması gereken tek şey: 'işbirliği' zilletine düşmeden, inanılan uğrunda savaşmaktır. Dürüstlüğün ve içtenliğin gereği ve göstergesi de budur.

35. Savaşta taviz verilmez. Zira, savaş; düşmanla olur. Atsız Beyin dediği gibi: "Taviz dosta verilir. Düşmana taviz verilmez"

36. İnce zekâların ürünü olduğu sanılan siyasî tavırlar 'bizi' kandıramaz, kendini kandırır. Bir reaksiyona ne girerse; sonuçta da o çıkar. Bu mücadelenin tanığı seçmen değil; zamandır ve hüküm; sandıkta değil, tarihte verilecektir.

Bizim için bir geçmişi, hali hazırda bir gerekliliği olmayan, hatta bizim için tehlikeli olan, buna rağmen; akla durgunluk verecek incelik ve kurnazlıkla yürütülen bir reklam ve propaganda yaylım ateşiyle, her zaman açıkça olmasa dahi yedirilmeye çalışılan ve olağanüstü sonuçlar alınan kavramlar var. Sömürgeleştirme sürecinin kilometre taşları olan bu kavramları, ne yazık ki; tarihsiz bir milletmiş gibi, ağzımız açık karşılıyor, üzerimize bir güç olarak yerleştiriyoruz. Hepsinden de acısı, kimileri, 'Milliyetçiliği' bile bunlarla açıklamak veya en azından milliyetçiliği bunlarla meşrûlaştırmak istiyor. Sanki, onun yapı taşlarıymış gibi...

Onlarla iş görmeye kalktığımızda, onların, daha doğrusu onları üreten egemen kültürlerin (gerçekte 'bilim' olmayan, 'sosyal bilimler' zırvasıyla yutturulmaya çalışılan, ortak bir uygarlık yoktur; 'egemen kültür' vardır.) kölesi durumuna düşeceğimiz (düştüğümüz) görülmüyor. 'Bizliğimiz'i kaybediyoruz. Bir millet için bundan daha büyük tehlike olamaz.

Millet olmadan da milliyetçilik olmaz!...

37. 'Sağ' ve 'sol' kavramları, tarihimiz açısından, bize hiçbir şey ifade etmezler. Doğdukları toprakta, büyük doğum sancılarıyla dünyaya geldiler ve zihinlerde silinmez izler bıraktılar. Her doğan canlı gibi, bir ilişkinin sonucuydular. Bir sepet içerisinde kapımıza bırakılana kadar onlarla iş görmüyorduk ve daha çok 'Biz'dik.
Bu kavramların bizde bir tabanı olmadığı için, onlara egemen olamıyoruz; onlar bizi yönetiyorlar. "Milliyetçilik" 'sağ'dır." ya da "sağcılık milliyetçiliktir" gibi iddialardan daha büyük bir saçmalık düşünemiyorum. Ben, Türklüğü anlamak için, bu kavramlara hiç baş vurmuyorum. Batı'daki anlamlarıyla onlara başvursaydım bakın ortaya ne çıkardı:

Biz, pek çok şey gibi, onları da Fransa'dan aldık. Ama ben, her işi bildiğini iddia eden gibi, Fransa'nın ihtilal meclisine gitmeyeceğim. Fransız aydınlanması ve ihtilali, aslında İngiliz düşüncesinin kıta Avrupa'sına dikilmiş bayrağıdır. Onu anlamamız için: İngiliz empirizmi ile 'akıl ve çıkar zemini'ni anlamamız gerekir. Bu 'sağ' bizim milliyetçiliğimizle, toplumculuğumuzla hiç bağdaşmaz. Bu 'sağ'; İngiliz'in sermayecilik ve ferdiyetçilik temeline dayanan 'sağ'dır. Onun muhafazakârlığı da, bunları muhafaza eder. Bu 'sağ'ın süt analığını 'sömürgecilik' yapmıştır.

İşin hem ilginç hem de komik (aslında trajikomik) tarafı: Onlarla iş görebileceğimizi varsaysak bile şu gerçekle karşılaşırız: Tarihimize sinen anlayış, 'sağ'dan çok, 'sol'a yakındır.

38. Peki, uğruna büyük kavgaların verildiği, herkesin sahip çıktığı ve onun gönüllü havarisi olduğu 'Demokrasi' neyin nesi? Hangi ihtiyacımızdan doğdu? Batıdaki kitaplarda bile yüzlerce birbirine benzemez tanımı bulunan demokrasinin biz hangi tanımına sahip çıkıyoruz? Bilerek mi sahip çıkıyoruz? Örneğin; o, insan olmanın, millet olmanın, hatta mutlu olmanın bir koşulu mudur? Demokrasi, 'Millet'in bir değeri midir? Günün birinde, millet değerleri ve/veya çıkarlarıyla, demokrasinin ilkeleri/gerekleri çelişirse ne olur? Kıyamet kopar mı? Demokrasi neyin güvencesidir ve tek güvence midir? Neden demokrat olmak zorundayım? 'Demos Kratos' söz konusu olduğunda, Atina'da yaşayan insanların sadece yüzde onbeşinin 'yurttaş' sayıldığını, 'res publica' söz konusu olduğunda ise; onun 'halkın işi' (yönetimi) demek olan 'res populi' anlamına gelmediğini, 'res publica'ya kaynaklık eden 'Pubes' ile 'halk' değil, 'ergin' (seçkin) demek olduğunu görmezden mi gelelim? Veya Balasagun'lu Yusuf Has Hacib'i 'demokrat değil!' diye, koltuun altına 'Kutadgu Bilig'i verip tarihimizin ve kültürümüzün dışına mı atalım?

Aynen, 'hoşgörü' gibi, herkesin sahiplendiği, savunduğu bir kavram; 'demokrasi'. Aynen 'hoşgörü' gibi ne olduğunu bilmeden...

Ne yazık ki (!), biz; Hobbes'ları, Hume'ları, Rousseau'ları, Montesquieu'ları, Voltaire'leri ve diğerlerini yetiştiremedik ve 'Toplum Sözleşmesi' yapamadık. Anlamak istemedik ki; bütün bu kavramların ('Yeniçağ din dışı Avrupa' düşüncesi çıkışlı 'Çağdaş Batı Medeniyeti'nin kavramları) dayandığı taban 'toplum sözleşmesi'dir. Bunlarla, hele de milliyetçilik yapmaya kalkışmak; tarihsiz, milletsiz, 'tabansız' milliyetçilik yapmaya çalışmak olur, ama 'milliyetçilik' olmaz.

Ben bu milletin dininde de, tarihinde de, ne 'demokrasi'yi ne de 'hoşgörü'yü göremedim. Ancak, gördüğüm başka şeyler vardı: 'Kut', 'Töre', 'Tüze', 'Könilik', 'And', 'Erdem'... gibi.. Sahi, onlara ne oldu? Neye değiştik onları?


39. Kapitalizmin yüzü çok eskidi. Hakkındaki şayialar aldı yürüdü. Yine de sömürgecilik böyle usta bir oyuncuyu kolay gözden çıkaramazdı. Çağdaş Batı Medeniyeti ona yeni kostümler dikti ve giydirdi: Küreselleşme, Post-Modernizm, serbest pazar ekonomisi v.s... Bunlar insanlığın tercihi değil. Bunlar doğa kanunu da değil. Bunları kimin niye ve neye karşı dayattığını bilmek zorundayız. Elbette, batıdan gelen her şey gibi, onları da ağzı açık karşılayan budalalar onlarla iş görmek isteyeceklerdir. Onlar 'Biz'den değiller. Birileri, bütün bu kavramları her şeyle bağdaştırabilir, ancak, bunların bağdaşmayacağı tek şey varsa, o da; milliyetçiliktir. Zaten bunlar da kendilerine milliyetçiliği düşman görürler. Bununla birlikte, sadece milliyetçiliğin değil, insanlığın da düşmanıdırlar. "Sınırsız serbest ticaret ve büyüme ile küreselleşen ekonomi, kitlesel fakirlik ve sosyal sefalete yol açıyor, çevremizi zehirliyor. Dünyamız ve insanlık için artık tehlike oluşturmaya başlıyor. Bugünkü şekliyle serbest ticaret insanlık için tehlike. Uluslararası şirketlerin gücü arttıkça, devletlerin gücü azalır."(1). Mallarını pazarlamak için 'tüketim toplumları'na ihtiyaçları vardır.Bunu da, ancak, onları insanlıklarından ve 'kendilerine özgülüklerinden', millîliklerinden uzaklaştırarak yapabilir. Bu 'yamyamlığa' karşı tek panzehir, yine aynı uygarlığın öngördüğü, yapma bir seçenek olan marksizm değil, milliyetçiliktir. Elverdiğince kendi ihtiyaçlarını kendi üreterek karşılayan ve bunun nasıl olacağına yine kendi karar veren millî devletler, küreselleşme, serbest pazar ekonomisi, post-modernizm ve benzeri saldırılardan kendilerini koruyabilirler. Onların da en büyük düşmanı, zaten, ulusal sınırlarıdır.

Daha önce andığımız kavramlarla bunlar arasında çok sıkı bir ilişki vardır: Önceliklere ram olanlar, bunlara da karşı duramazlar.

40. Bir de 'Hümanizm' var. Demokrasiyle, insan haklarıyla, hoşgörüyle, evrensellik ile anılan. Gerçekten çok önemlidir ve onu anlamadan Yeniçağ Avrupa düşüncesini ve ondan çıkmış olan Çağdaş Batı medeniyetini anlamak olanaksız gibidir. Ki, bu medeniyetin ortaya çıkardığı "dünya görüşü ve zihniyetle, tarihte ilk defa, dünya şiiriyetinden; doğa bakirliğinden; insan ise, masumluğundan, topyekün, olmuşlardır."(2)

Benim, 'Hümanizm'den anladığım: 'İnsanı insan olarak görmek'ten amaç; insanı insan yapan hatta diğerlerinden farklı kılan değerleri dikkate almamak ise; bunun, gerçekte, insanı 'hayvan' olarak görmek demek olduğu. İnsan her zaman değerlerine göre tavır alacaktır... Ve insan her zaman tavır alacaktır, taraf olacaktır.

41. "Savaşın ortaklaşa ve herkes için olduğunu mücadelenin hak olduğunu ve olup biten her şeyin mücadele ve zorunluluk aracılığıyla gerçekleştiğini bilmek gerek"(3)
"Savaş, her şeyin atasıdır, kraldır. Kimini tanrı (kahraman), kimini insan, kimini köle, kimini de hür kılar"(4)

42. "Kişinin karakteri, onun kaderidir."(5)

Dipnotlar:

1 Prof. Dr. Herman Daly, Milliyet, 15 Mart 1997.
2 Prof. Dr. Teoman Duralı, Çağdaş İngiliz - Yahudi Medeniyeti, İz Yay., İstanbul 1996, s. 103. (Bugünkü Çağdaş Batı medeniyetinin oluşumu ve temelinde yer alan kavramların çözümlemesini merak edenler için, özellikle öneriyorum.
3, 4, 5 Herakleitos fr. 80 - fr. 53 - fr. 42.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HALUK’UN AMENTÜSÜ

AYBALA

ÖZBEKİSTAN