İSLÂM'DA TASAVVUF


islâm'da tasavuf, ne Budizmin «Nirvanasına», ne Hıristiyanların «mistisizmine», ne Yahudi'nin «kabalizmine», ne Auguste Comte'un «insanlık dinine», ne de Spinoza'nın «panteizmine» benzer. Böyle bir benzerlik arayanlar, ya cahil olmalı, yahut ard niyetli...

İslâm'a göre, tek ve mutlak varlık sadece Allah'tır. Diğer varlıklar, itibarî (relatif) ve geçici hüviyette olan fâni yaratıklardır. Maddî, manevî bütün varlık tezahürleri «Kitab-ı Ekber» olan kâinatımıza serpilmiş «âyetlerden» ve «mesajlardan, ibaret olup Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarının tecellileridir. Bütün,varlığın sahibi, bütün hayatî kıpırdanışlarm kaynağı O'dur, fakat, beş duyumuzla idrak ettiğimiz veya tasavvur ettiğimiz hiçbir şey O değildir. Sadece O'nunla var olan ve O'nunla varlıkta duran, O'nun eserleridir.

Eserde müessir aranır, sezilir, ancak, hiçbir eser O değildir. O, bize «şahdamarımızdan daha yakın» ve fakat «idrakimize sonsuzca uzaktır». Yaratıkları tanrılaştırmak ise küfürdür, «şirk»tir.

İmam-ı Rabbani gibi, tasavvuf büyüklerine göre, Muhyi-din-i Arabi'nin «Fübus-üt Hikem» adlı kitabında ortaya koyduğu «vahdet-i vücût» telâkkisi, tasavvufun başlangıç noktası olan «fena» mertebesindeki «velî»nin sübjektif müşahadelerinden ibarettir. Fenâfillah (Allah'ta yok olan kişi), «velayetin başlangıcındadır» ve henüz «bekâbillah» mertebesinden uzaktır, «Lâ mevcude illallah» (Allah'tan başka varlık yoktur) diyebilecek bir ruh hali içinde boğulmuştur. Fenâfillah, yaratıkları ilâh sanmamakta ve fakat Allah'tan başka varlık görememektedir. Bu konuda, Mevlâna Celâleddin-i Rumî, bir rubailerinde şöyle buyururlar:

«Kul kendinden büsbütün geçmedikçe, onun gönlünde
Tanrı birliği gerçekleşmez. Tanrı'yı birlemek demek, senin varlığının O'nunla
birleşmesi demek değildir. Yoksa, bâtıl birşey Hak olmaz. (Bakınız, Mevlâna - Rubailer - «M, N. Gençosman» Sf. 95,Rubai: 464.)

Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin «vahdet-i vücût» telâkkisini, Spinoza'nın «panteizmi» (hulûliye) ile karıştırmak asla doğru değildir, İslam'ın gerçekten büyük mutasavvıfı İmam ı Rabbani Ahmed Farukî Hazretlerine göre «vahdet-i vücût, (aşk sarhoşluğu demek olan) sekr'den ileri gelir. Muhabbetin kaplamasından doğar». (Bakınız, İmam-ı Rabani - Mektubat - 290. mektup). Vahdet-i vücut, bir ruh hali olup tasavvufun başlangıcındaki «ve!î»de meydana çıkar ki, İmam-ı Rabbanî'ye göre buna «vahdet-i şuhût» demek daha uygun olur.


Büyük Mevlâna, «fena mertebesindeki velî'nin konuşmasını» uygun görmemiş, tehlikeli bulmuş, «hâmuş olmayı» (susmayı) tavsiye buyurmuştur. İslâm'da tasavvuf, şeriata aykırı düşmek demek değildir. Şeriat ve tasavvuf, İslâm'ın dış ve iç nizamını ifade eder, bir bütünlük halinde insanı «dıştan» ve «içten» kuşatır. İslâm, bunların aykırılığı üzerine değil, ahengi üzerine kuruludur. Tevhidin sırrı «kelime-i şehadettedir».

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HALUK’UN AMENTÜSÜ

AYBALA

ÖZBEKİSTAN