PEYGAMBERLER, FİLOZOF DEĞİLDİR

«Felsefe» ayrı şeydir. «Din» ayrı şeydir. Bunlar arasında fark bulamıyanlar, ya cahildir, yahut ard niyetli...
«Akıl» ile «Vahiy» arasındaki farkı kabul etmeyenlere «filozof» ile «peygamber» arasındaki farkı kabul ettiremezsiniz. Bütün idrakini, beş duyunun sınırları içinde «tutsak» eden ve kendini aşma cehdini duymayan bir akıl, «renkleri idrak edemeyen bir kör» gibidir, ona boşuna «sezgiden, ilhamdan, vahiyden» söz etmeyin. Unutmayınız, «peygamberlere iman etmeyen kimse» mümin değildir. İslâmın «basiretinden» mahrumdur. Oysa, filozof ile peygamber arasındaki fark, inkâr edilemez.

Peygamber «din» kurucusu, filozof «sistem» sahibidir. Din, vicdanı «iman» ile, aklı tefekkürle. cemiyeti getirdiği «norm»larla besleyen ve kavrayan bir ilâhî nizam» dır. Felsefe ise, vicdanları etkilemeye, cemiyete «norm» getiremeyen, sadece aklı, bir «sistem içinde» düşünmeye götüren bir zihin çabasıdır.

Filozof, varlığın mahiyeti, bilginin doğuşu ve kaynağı, hareket ve iradenin sebebi üzerinde belli metodlar ve kanunlar içinde düşünür. Varlıkları ve oluşları, beş duyunun verileri ile yorumlar, kendini tatmine çalışır. Gücüne göre, az veya çok «bir entellektüel zümreyi» de peşinden sürükleyebilen filozoflar da vardır. Filozofun «sistemi», kendi düşüncesi ile varlık, bilgi ve irade konusunda geliştirebildiği ve kurabildiği bir sentezi ifade eder.

Filozofun geliştirdiği bu sistem, «şüphe» ile kurulmuştur; aklın tereddütleri törpülene törpülene gelinen nokta, filozofun «idrakinin sınırı»dır. Bu, bir bakıma aklın sustuğu, fakat «sonsuzluğa» hasret duyan insan şuurunun tedirgin olduğu noktadır.

Filozofun, determinizme ve objektivizme bağlı «buz gibi» bir akıl ile gelebildiği nokta, belki organizmamıza yeter, fakat ruh ve vicdanımız, «şuurumuzu» sonsuzluğun, tükenmezliğin, «mutlak hakikatin» ateşi ile tutuşturur. Âleme, «buz gibi bir bakış» ile değil «şefkat, merhamet ve aşk» ile yönelen bir «göz ve gönül» arar. Peygamberlerin ve velîlerin ellerindeki sıcaklığı, filozofun «soğuk» ellerinde bulamazsınız. İnsanlık bu sebepten peygamberleri daima, folozoflara tercih etmiş ve onların etrafında toplanıp kenetlenmiş, onları canlarından aziz bilmiştir.

Peygamberler, akla değer verir, düşünmeyi ibadet sayar, fakat insan aklının ve idrakinin sınırlı bir güce sahip olduğunu da bilirler. Beş duyumuzun, olayların ve varlıkların kabuğunda dolaştığını, ulaşabildiği bilgilerin itibarî olduğunu, vicdanı şüpheden kurtarıp «imana» götüremediğini, bu sebepten aklı aşan bir bilgi yoluna, «vahye» muhtaç bulunduklarını, kendilerine doğuştan verilen çok yüce bir idrak gücü ile kavramışlardır.

Filozoflar, aklın ve şüphenin doğurduğu girdapta bunalırken, peygamberler iman ve aşkın huzuru içindedirler. Filozof, kendine ulaşan verilere acaba «eşyadan mı, yoksa zihinden mi geliyor?» diye şüphe ile yönelirken, peygamber, ister eşyadan, ister tabiattan, ister canlıdan, ister cansızdan gelsin, her varlığı ve veriyi «ilâhî bir mesaj» olarak okur. Filozof «kesrette» bunalır, peygamber «tevhidde» mutlu olur. Filozofun idraki determinizmin dişlileri arasında ufalanırken, peygamber «sünnetüllahı» hayranlıkla seyreder.

Kültür ve medeniyette filozofların etki ve rolünü küçümsemek istemiyoruz. Ancak kültür ve medeniyetlerin doğuş ve kuruluşlarında peygamberlerin» rolünü ve değerini küçümsemeye kalkışanları uyandırmak istiyoruz. Tarihi inceleyiniz, kültür ve medeniyetlere, hiçbir filozof, peygamberlerin getirdiği ruh ve heyecanı getirmemiştir. Beşer tarihinin en önemli simaları daima peygamberler, en çok okunan kitapları ise «mukaddes kitaplar» olmuştur. Kültür ve medeniyetler, «mukaddes kitapların» ışığında kurulup gelişti. Tarihte, asla «lâik» bir medeniyete tesadüf edemezsiniz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HALUK’UN AMENTÜSÜ

AYBALA

ÖZBEKİSTAN