Kayıtlar

2008 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

TÜRK ÜLKÜSÜ

Resim
Dünya bir çarpışma alanıdır. Yaratıcı kuvvet, dünyayı bir çarpışma düzeni içinde yaratmış, yaratılanlar çarpışma düzeni içinde yaşayıp bugüne erişmişlerdir. Bunun, neden, niçin böyle olduğu hakkındaki yüksek felsefi düşünceleri bir yana bırakıp gerçeği olduğu gibi kabul edersek, çarpışmaya hazır bulunmanın en hayati prensip olduğu sonucuna kendiliğinden varırız. İnsanlar arasındaki çarpışma, birleşip düzene girmiş topluluklar arasında oluyor. Bu topluluklara millet diyoruz. Milletler, binlerce yıldan beri var. Amansız boğuşmalarda bazıları ortadan kalkmış, bazıları sonradan kurulmuş, fakat milletler her zaman var olmuş, her zaman birbiriyle savaşmıştır. Savaşmak, yaşamak için gereklidir. Çünkü, milli çıkarların çatıştığı davaları bitirmek için, savaştan başka çare bulunamamıştır. Milletleri savaşa hazır bulunduran iki vasıta vardır. Biri maddidir, buna "teknik" diyoruz. Biri ruhidir, "ülkü" adını veriyoruz. Uzun tarih göstermiştir ki, eşit maddi kuvvetler arasındaki

SOSYAL SINIFLAR VE «MİLLET» GERÇEĞİ

Resim
Biz, bir milletin içinde, mevcut olan ve olabilecek ferdi ve zümrevî menfaatleri ve bunların zaman zaman çatışmalarını asla inkâr ve ihmal etmiyoruz. Bununla birlikte, bir milletin ortak menfaatleri de vardır. Bunlar, bütün fert ve zümreleri ilgilendirecek niteliktedir. Bu tipteki millî menfaatler, «millî iç ve dış meseleler» adı altında toplanabilir. Kendi menfaatini, milletin menfaati içinde bulamayan fert ve zümreler, ister istemez o milletin kaderini paylaşamıyacaklarından «millete yabancılaşmış» olarak telâkki edilmelidirler. Milletimiz zarar ederken «kâr edenler» veya «menfaat umanlar» bizden değildirler. Yüce Peygamberimiz (O'na selâm olsun) «bizi aldatanlar bizden değildir» diye buyurmuşlardır. Milletimizin aleyhine gelişen durumlar, eğer bizim ferdî ve zümrevî «çıkarlarımızı» zedelemiyorsa, biz, o milletin dışında kalmışız demektir. Üstelik, milletimizi zarara sokan oyunlar, dış düşmanlarımız tarafından organize ediliyorsa, bu durum ferdi ve zümrevî kâr sağlıyorsa, biz yal

CELÂDET

Resim
Celâdet, sıhhatli ruhlardan doğan bir yıldırımdır. Düştüğü yerleri yakar ve hız aldığı ruhlann rüyala rım hakikat kılar. Celâdet,iman ve ideâl ile beraber yaşar. Yağmurlu kış gecelerinin zifiri karanlığı ile örtülü, felâketli durumlarda dahi çakar ve en büyük tehlikelerin gözlerini kör edecek şekilde ortalığı aydınlatır. Celâdet, haktan kuvvet alır ve hakka dayanır. O, hiçbir zaman, maddî hesaplar ve kuru mantık tekerlemeleri ile atbaşı beraber yürüyemez. O, daima korkaklık ve pısırıklığın düşmanıdır. O, asla sinsi emellerin hasis menfaat duygularının barındığı yerlerde yasayamaz. Celâdet, yüksek tepelerde yuva kuran kartallar gibi ancak eğilmez başlarda kanat çırpar. Kosova savaşında yüıdınm gibi düşman üzerine atılan, Nlğbolu'da düşman hatlarını tek başına ge çerek, kale duvarlarının altına gelip, kale komutanı Doğan beğe "Bire Doğan, bire Doğan, dayan, biz geldik," diye gürleyen Yıldırım Bayazıd, tam bir celâdet örneğidir. Cengiz orduları önünde baş eğmeyerek sonuna ka

Tuna

Resim
Bu bir isim değil, bir su değil kalbimizde çağlayan bir tarihtir. Türk'süz Tuna öksüz, Tuna'sız Türk yaslıdır. Binlerce yıl evvel bu su ıssız ve garip akıyordu. Kenarlarında ölgün, medeniyetsiz insanlar sürünüyordu, iki tarafına yayılan topraklarda vahşetle harabiyet kucaklaşmıştı. Semasında güneş yoktu. Yıldızları fersiz, mehtabı sönüktü. Kuşları nağmesiz, çiçekleri solgundu. Bu durgun hava içinde, bu donmuş varlığın ortasında Tuna hırslanıyor, ve hırsından toprakların bağrını tırmalıyordu. Önüne gelen dağları yarıyor, kayaları eritip dağıtıyordu. İnsanları sürükleyip boğuyordu. Bir gün ansızın Tunanın bitmeyen geceleri sabaha erdi. Toprakta bir sarsıntı başladı. Havada bir toz ve duman bulutu yükseldi. Yaklaşan bulutun içinden dağ gibi atlarda, dağ gibi kahramanlar belirdi. Yüzlerinden nur ve hareket taşıyordu. Gözleri ışık ve enerji doluydu. İsimleri mertlik ve sertlik taşıyan ahenkli, tok bir heceden ibaretti. Türk...! Suları kuruyan yurtlarından başka diyarlara akıyorlardı

İÇTİMAİ IRK KAVRAMI» BİRLEŞTİRİCİDİR.

Resim
«Biyolojik ırkçılık» parçalayıcı ve bölücü bir karakter taşıdığı halde, «içtimaî ırk» birleştirici ve bütünleştirici bir özellik taşır. Kimse biyolojik verasetini tayin iradesine sahip değildir. Ama, «içtimaî ırk» tercihe açıktır. Aynı tarihe, aynı kültüre, aynı din ve ülküye sahip insanlar arasında «kan ve soy birliği» şuurunun güçlenmesine yol açar. Kendi içine kapanan dar bölge, «aşiret», «tabaka», «etnik gruplar» arasında «evlilik köprüleri» kurarak «millî şuuru» güçlendirir. Bütün Türk tarihi boyunca, aşiretler ve beylikler arasındaki çatışmaları yumuşatmada bu yol, pek çok kez denenmiş ve faydalı da olmuştur. Görülüyor ki, «içtimaî ırk» ile millet ve devlet güçlendirilir. Oysa, milletlerarasında evlenmelerin teşviki, «millî şuuru» çökertmekle kalmaz, kozmopolitleşmeye yol açar. üstelik «milletlerarası» bağların güçlenmesine de sebep olmaz. Avrupa'da asırlar boyu, hânedanıklar arasındaki evlilikler, Avrupa'ya birlik ve bütünlük getirmek yerine, çok karmaşık problemler ve ç

RESUL-Ü EKREM'E HASRET

Resim
Kavurucu bir yaz mevsiminin ramazanında, susuzluktan dudakları kurumuş bir müminin iftar saatini bekleyişinden, hayır hayır derin yaralarından kan sızarak şehadet şerbetini içmeye yaklaşan bir mücahidin bir yudum serin suya iştiyakından daha fazla bir hasret içindeyiz. İnsan kâinatın hülâsası, sen ise bu hülâsanın ruhusun Sen yaratılmasa idin, âlem yaratılmaya değmezdi. Bütün yüce değerlerin mihengi sensin. Allah seni varlığın ve değerlerin merkezi olarak yarattı. Varlık seninle mânâlandı. Bu «dünya» seninle şereflendi. Şimdi, o, senin mübarek toprağını bağrında taşıdığı için. fezada şevkle dolaşmaktadır. Yaratıkların en aşağısı olan toprak, bile, seninle nurdan daha aziz oldu. Senin dolaştığın Mekke toprakları, «Sûr üfürüldüğü zaman» tozlarını silkip kalkacağın Medine toprakları, üzerinde ve sinelerinde seni taşımakta «mükerrem» ve «münevver» oldular. Sen dünyamıza doğmadan önce, kızgın kumlara diri diri gömülen genç kızların çığlıkları, vicdanları yakmıyordu. Burnu halkalı ve alnı da

YORULANLAR

Bir yarış başladığı zaman,ilk anlarda bütün yarışçılar aynı hizada, aynı enerji ile koşarlar.Biraz sonra bir takımın azıcık geride kaldığı görülür.Daha sonra yarışçıların önde,ortada, arkada, en geride olmak üzere bir kaç gruba ayrılması mukadderdir.Fakat henüz hiç birisinde yılgınlık yoktur.Hatta zaman geçtikçe arkadakilerden bazılarının öndekilerden bazılarını geçmesi, öndekilerden bazılarının da kesilerek daha gerilere kalması olağandır. Nihayet kritik anlar gelir.Mesafe uzamış,ciğerlerle kaslar yorulmuş,sinir gücü yıpranmıştır.Artık bundan sonrası inanç,karakter ve şeref meselesidir. Turlar birer birer atlandıkça koşucuların arasındaki mesafeler çoğalacaktır. Yorulanlar birer ikişer,türlü bahanelerle yarışı bıraktıkları,onu şeref ve inanç meselesi yapanların ise yarışa devam ettikleri görülecektir.Yarışanların arasına bazılarının pek bitkin olduğu,fakat karakterleri icabı yarışı bırakmadıkları sezilecektir.Hatta bu bitkinler arasında,en ileride koşanlardan bazıları da vardır.Kimisi

Sakarya Türküsü

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya; Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya. Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak. Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir. Akışta denetlenmiş, büyük, küçük, kainat; Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat! Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne, Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine; Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için. Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin? Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur, Sırtına Sakarya'nın, Türk tarihi vurulur. Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük? Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!.. Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya! Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya? İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal; Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal. Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan; Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan; Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an;

Kahramanlık

Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir. Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir; Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir. Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından Koşar adım gitmeli onların arkasından. Kahramanlık; içerek acı ölüm tasından İleriye atılmak ve sonra dönmemektir. Yırtıcılar az yaşar... Uzun sürmez doğanlık... Her ışığın ardında gizlidir bir karanlık. Adsız sansız olsa da, en büyük kahramanlık; Göz kırpmadan saldırıp bir daha dönmemektir. Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir. Bunun için ölüme bir atılış gerekir. Atıldıktan sonra bir daha dönmemektir...

Nerede O Yiğitler?

Nerede o yiğitler ki gür Sesleri ülkeyi bürür Yürü dese dağlar yürür Dur dese kalpler durur Evet, nerde o yiğitler... Ve şu çağın gençlerine bakıyorum ve yine dudaklarımdan aynı söz dökülüyor “Nerde o yiğitler”. Bu sözü defalarca tekrarlasamda usanmayacağım sanki. Ve o çağlara dönüyorum, o yiğitleri tek tek gözümün önüne getiriyorum. Onlara baktıkça o yılları tekrar hatırlıyorum. Bir anda gözlerimden sulu sepken misali yaşlar boşanıyor. Öyle derin düşünüyorum ve o gençleri hayal ediyorum. Çünkü ben o yılları yaşamadım ama bazı zamanlarda hayal ederek anlamaya çalışıyorum. Ve diyorumki hayali bile dünyaya bedel. Kendimi bu hayalde bir parça yapmaya çalışıyorum. Ama ben o kadar küçük kalıyorumki bu hayalde bir zerre bile olamıyorum. Bu halimi görünce onlara layık olabilmek için hergün davaya daha da dört elle sarılıyorum. Bundan 40 yıl öncesi idi. Oğuz boylu, Avşar soylu bir Türkmen Beyi, Anadolu dağlarından, yaylalarından; o yiğitlere sesleniyordu. Ve bu Türkmen Beyi Başbuğ Türkeş’ti. O

Tarihi Bilmek

Türk-İslam tarihi geçmiş tarihlerde önemli bir yer işgal eder. Tarihteki her devri yepyeni bir medeniyet, her asrı başka bir kahramanlık ve fazilet örnegiyle doludur. Peygamberimiz Hz. Muhammet (sav]) efendimiz alemlere rahmet olarak gönderilmesi tarihin seyrini değiştirmiş; zulmün yerini adalet, vahşetin yerini medeniyet,cehaletin yerine ilim irfan getirmiştir. Ahlak ve fazileti ise insanlara baştacı yapmış yolunu şaşırmış insanlıga hikmet pınarları akıtmıştır. Selçuklular ve Osmanlılar bu pınarlardan asırlarca insanlıga hizmet etmiş, insanca yaşamın hikmetini ögretmede hocalık yapmıştır. Tarihimizin hangi sayfasını çevirecek olursak adalet ışıklarını, fazilet nurlarını görürüz. Tarihi bilmek geçmişten ders ve ibret alıp gelecege şuurlu bir şekilde hazırlanmaya yardımcı olur. Çünkü, tarihini bilmeyen bir nesil yıkılıp dagılmaya, parçalanıp bölünmeye ve başkalarına yem olmaya mahkumdur. Bir örnekle açıklamak gerekirse, Sultan Alp Arslan bizans imparatoruna ‘’hiç tarih okurmusunuz’’ diy

İKİ KAVRAM

Resim
İslâm'ın iki mukaddes kavramı... «Şeriat» ve «Tasavvuf...» Bu kavramlar üzerinde, yalan yanlış bir sürü yorum yapılmış, insanlarımız aldatılmak istenmiştir. O halde, şeriat ve tasavvuf ne demektir? Kısaca açıklayalım. Şeriat «edille-i şer'iyye» (Kitap, Sünnet, İcma' ve Kıyas) ile ortaya konan, müslümanların yapması ve yapmaması gereken işleri bildiren «islâm nizamı»dır. İslâm dininde «akaid» (temel inançlar) ve «ilm-i fıkıh» (müsiümanların yaşayışlarını tanzim eden ilim) adı altında ele alınan her mesele, «şeriat» kavramı içindedir. Kısaca, şeriat, bir müslümanın inançlarını, ibadetlerini, yaşayışını ve «eylemlerini» murakabe eden sistemdir. Ahmet Cevdet ve arkadaşlarının bir şaheser olarak «tedvin ettikleri» Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye adlı kitabın (Hicrî 1303 tarihli baskısının) 21. sahife ve 1.maddesine göre, «Fıkıh İlmi» şöyle tarif edilir: (Sadeleştirerek veriyoruz.) «Fıkıh ilmi ise, şeriat ilminin meselelerini bilmektir. Fıkha ait meseleler, ya ahireti ilgilendiren emir

İSLÂMİYETİ DOĞRU ÖĞRENMENİN YOLU

Resim
Dinimizin dört temel kaynağı vardır. Bunlara «edille-i şer'iyye» de denir. Bunlar: Kitap, Sünnet, İcma' ve Kıyas'tır. Kitap, yüce Allah'ın Vahiy yolu ile şanlı Peygamberimize (O'na selâm olsun) gönderilen, hak ile bâtılı biribirinden ayıran Kur'ân-ı Kerîm'dir. Sünnet: Sevgili Peygamberimizin sahih hadisleri ve örnek yaşayışlarıdır. İcma' ümmetin çoğunun, Kitap ve Sünnet'e aykırı olmayan bir iş ve hükümde birleşmeleridir. Yüce Peygamberimiz «Ümmetim, sapıklık üzerinde birleşmez» diye buyurmuşlardır. Kıyas, «müctehidlerin», yukarıda saydığımız kaynaklardan herkesin kolayca anlıyamadığı mânâları bulup çıkarmalarıdır. Dinimizin «fer'i meseleleri» etrafında, yalnız müctehid-lerce «içtihada» baş vurulması, peygamberimizce emredilmiştir. İçtihad, asla Kitap, Sünnet? ve icma'a aykırı olamaz, onlarla çelişemez. Aksine, bunlarda mevcut benzeri hükümlere dayanmalıdır. Bu sebepten «kıyas-ı fukaha»"adı da verilir. «Tarik-ün Necat» adlı kitabın yazan

ERZURUM KİLİDİ MÜLK-İ İSLAM IN

Resim
Erzurum kilidi mülk-i islamın Mevlaya emanet olsun Erzurum Erzurum derbendi ehl-i imanın Mevla'ya emanet olsun Erzurum Gayet şecaatli erler var idi Nisası ricali hayadar idi.. Edepli, erkanlı bir diyar idi Mevla'ya emanet olsun Erzurum Hamdü-lillah metin İslamları var Fakire zaife ihsanları var Gülbe-i gönülde imanları var Mevla'ya emanet olsun Erzurum Hayrat hasenatlı erleri vardır Hayr ü bereketli güzel diyardır Seyretsen alemi bu aşikardır Mevla'ya emanet olsun Erzurum Seherlerde müezzinler nidası Halkalarda muvahhidler sadası Ne güzeldir zikrullahın edası Mevla'ya emanet olsun Erzurum Vaizleri kürsileri bezetmiş Candan geçmiş, emrullahı gözetmiş Allah için sohbetini uzatmış Mevla'ya emanet olsun Erzurum Ramazan'da bir al'i şan ederler O şehri sıyamı zi-şan ederler Fukara gönlünü Gülşen ederler Mevla'ya emanet olsun Erzurum Civanlar pirlere hürmet ederler Duasın almaya gayret ederler Ramazan'a güzel hürmet ederler Mevla'ya emanet olsun Er

Aha Size kürdistan

Resim
Sırtına binivermiş Amerikan Conisi Sadece Coni olsa Tom’u Bob’u Tonisi İmamların düşmanı papazların munisi Sizde hiç akıl yok mu toprak verilir mi lan Ermeni uşakları aha size kürdistan Şeytanın terkisinde Hakk’a karşı dururlar Yanke düğmeye basar bu itler kudururlar Fırsatını bulunca sırtımızdan vururlar Size erkek denilmez fistan giyin lan fistan Ermeni uşakları aha size kürdistan İnsanlık diyarından namert eline göçüp Vaftiz edildiniz mi kutsal şaraptan içip Türkün en son kalesi emin ellere geçip Devlet duruş gösterse saniye de tornistan Ermeni uşakları aha size kürdistan Şehid üstüne Şehid kan ağlıyor hep içler Sizi ayakta tutan derinlerdeki güçler Bir gün hesap verirse iyi bilin ki Piçler Geçmişimiz bellidir destan yazarız destan Ermeni uşakları aha size kürdistan HİDDETÎ der bu devran böyle devam edemez Böyle gelmiş diyorlar ama böyle gidemez Birkaç sığır çobanı milletimi güdemez Osmanlı tokadımız duyulacaktır Fas’tan Ermeni uşakları aha size kürdistan

İSLÂM'DA RUHBANLIK YOKTUR

Resim
islâm dininde bir «ruhban» veya «din adamı» sınıfı yoktur. Esasen, hiçbir peygamber, dinin emirlerini sadece «bir zümreye» münhasır olmak üzere tebliğ etmemiştir. Din, âlemşümul bir davettir ve herkes Allah'a muhtaçtır. Din, asla bir «meslek» değildir, bütün insanları bağrına basmak ister. Hıristiyanlık ve benzeri «dinlere» ruhbanlık müessesesi sonradan girmiştir. Yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de, din, istemediği halde «kendilerinin (yeni bir âdet olmak üzere) ruhbanlığı ihdas ettikleri» ve din istismarcılığı yaptıkları için Hıristiyanlar ikaz edilir. (Bakınız, Kur'ân-ı Kerîm, El-Hadid Sûresi, âyet: 27). Yine mukaddes ve yüce Kitabımız, Yahudi hahamlarının ve Hıristiyan papazlarının insanları sömürtmek için gerçek din yolunu tıkayarak «altın ve gümüşe» düşkünlük göstermeleri sebebi ile şiddetle ikaz eder: «Ey iman edenler! Şu muhakkak ki, (Yahudi) bilginlerin ve (Hıristiyan) rahiplerin birçoğu, bâtıl sebeplerle insanların mallarını yerler, (insanları) Allah'ın yolun

YOLLARIN SONU

Resim
Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize. Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden İtler bile gülecek kimsesizliğimize. Gidiyorum: Gönlümde acısı yanıkların... Ordularla yenilmez bir gayiz var kanımda. Dün benimle birlikte gelen tanıdıkların Yalnız bir hatırası kaldı artık yanımda. Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz; Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağı'na. Halbuki yoldaşını bırakıp dönenlerin Degişilir topu da bir sokak kaltağına. İster düşün... Kendini ister hayale kaptır... Uzar, uzar, çünkü hiç sonu yoktur yolların. Bakarsın aldanmışşın, gördüğün bir seraptır Sevimli bir hayale açılırken kolların. Ey doğunun alnımı serinleten rüzgarı! Ey karanlıkta bana arkadaşlık eden ay! Arzularim bir oktur, aşar ulu dağları, Düştüğü yer uzakta dilek adlı bir saray. O sarayda bulunca Tanrı'laşan erleri Artık gözüm arkaya bir daha dönmeyecek. Hepsi sussa da "Kür Şad" uzatarak elini: "Hoş geldin oğlu A

TOPRAK - MAZİ

Gel arkadaş, gel seninle az dertleşelim: Okuyarak hayat denen koca kitabı Gönüldeki yaraları biraz deşelim. Gömdüm kara topraklara melekten iyi, Perilerden nazlı, güzel bir sevgiliyi. Derin derin sızlıyor gönlümde yaram, Bana artık her saadet olmuştur haram. Beni sardı kefen gibi mazinin tülü, Yere batsın bu toprakla bu korkunç mazi! Orda çünkü sevgilimle sevgim gömülü… Hey arkadaş sözünü bil, hem kendine gel, Bahtiyarlıklara olmaz ölümler engel. Bir sevgili kızı senden aldıysa toprak Bun a katlan, toprak için çünkü bu bir hak! Hem yaratan, hem büyüten topraktır bizi, Üzerinde işitiriz ilk ninnimizi; Fışkırttığı serin sular bize can verir; Ormanları gönlümüze heyecan verir. Hey arkadaş sende insaf duygusu yok mu? Sana her şey veren, seni büyüten toprak Senden bir tek kız aldıysa acaba çok mu? Doğup ölmek… Millet için bunlar bir hızdır, Toprak bizim beşiğimiz, mezarımızdır. Toprak bizim anamızdır… İnsan yasına Kapılarak nasıl söver öz anasına? Hakikat ne şu göklerin derinliğinde, Ne sul

İSLÂMİYET, HERHANGİ BİR KAVMİN DİNİ DEĞİLDİR

Resim
Kur'ân-ı Kerîm'in muhatabı, herhangi bir kavim, zümre ve sınıf değildir. O, bütün âlemlere ve bütün insanlara hitap eder. Yüce Kitabımız'da sıksık« Ya! Ben-i Âdeme.» (Ey! Adem-oğulları) ve «Ya! Eyyühennasü» (Ey! İnsanlar) hitabına rastlarız. Kur'ân-ı Kerîm'in «Kalem sûresinin 52. âyetinde belirtildiğine göre: «O, (yani Yüce Kitabımız) ancak âlemlere zikr (ve nasihat) dir», yine yüce Peygamberimiz âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir, «Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik» (Kur'ân-ı Kerim, El-Enbiya Sûresi, âyet: 107). Bizzat, yüce Peygamberimiz, bu hususu birçok hadîsleri ile teyid etmiş bulunuyorlar. Meşhur bir hadîslerinde «ben, siyahlarla kırmızılara ba'solundum» diye buyururlar. Kur'ân-ı Kerîm'in El-Â'raf Sûresinin 158. âyetinde de Peygamberimize hitaben şöyle buyuruiur: «De ki, ey insanlar! Ben sizin hepinize (gönderilen) Allah elçisiyim.» İmam-ı Birgivî (milâdî 1523 -1573), «Peygamber, şu insandır ki, onu Hak Taâlâ, sair halka

ALLAH KATINDA «DİN» İSLÂM'DIR

Resim
İslâm dini, kendinden önce gelen bütün peygamberleri tasdik eder ve hepsini saygı ile anar. Bununla beraber, Bu yüce peygamberlere ait tebliğlerin bozulduğuna ve artık işe yaramaz duruma getirildiğine inanı.. Bu sebepten, tahrif edilmiş ve hâlâ «Mukaddes Kitap» adı verilen eski dinlere ait metinlere uymamızı vaşaklar. Bu konuda Kur'ân-ı Kerim'in emirleri kesindir: «Hak din, Allah İndinde İslâm’dır. Kitap verilenler ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtirastan dolayı, ihtilâfa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki, Allah, hesabı çabuk görücüdür.» Kur'ân-ı Kerîm, Al-i İmran, âyet: 19). Yahudilerin ve Hıristiyanların, kendilerine gönderilen peygamber tebliğlerini bozduklarını da Kur'ân-ı Kerîm şöyle haber verir: «Yahudiler Ureyr Allah'ın oğludur dedi(ler), Hıristiyanlar da Mesih (isa) Allah'ın oğludur dedi(ler). Bu onların ağızları ile (geveledikleri cahilce) sözlerdir ki, (bununla güya) daha evvel küfredenlerin sözlerin

İSLÂM'A GÖRE «DİN» ÂLEMŞÜMULDÜR

Resim
İslâm'da din, itibari, milli, mahalli veya beynelmilel bir değer değildir. İslâm, bütün zaman ve mekânların dini olarak âlemşümuldur. Âlemşümul (üniversel) kavramı ile beynelmilel (international) kavramını birbirine karıştırmamak gerekir. Âlemşümul, bütün zaman ve mekân için geçerli olan bir hakikati, beynelmilel ise belli bir zaman ve mekân zarfında milletlerin aralarında uymayı kararlaştırdıkları veya gerçekleştirmek istedikleri değişebilir «norm» ve müesseseleri ifade eder. Aslında «din müessesesi», insanlık tarihinin her safhasında, kısaca bütün zaman ve mekânlarda mevcut olmuştur. Tarihin, hiçbir döneminde «lâik» bir kültür ve medeniyete rastla-nılamamıştır. Bütün toplumlar, dini aramışlar ve idraklerine göre yaşamışlardır. Hiç şüphesiz, dini, dinin getirdiği hakikati anlamada, Allah'tan beşer idrakine ulaşan «mesajları» yorumlamada, peygamber tebliğlerini idrakte ve yaşamada fertlerin, grupların, kavimlerin farklılaştığını görüyoruz. Gerçekten de insanoğlu, âlemşümul ve m

İSLÂM'DA TASAVVUF

Resim
islâm'da tasavuf, ne Budizmin «Nirvanasına», ne Hıristiyanların «mistisizmine», ne Yahudi'nin «kabalizmine», ne Auguste Comte'un «insanlık dinine», ne de Spinoza'nın «panteizmine» benzer. Böyle bir benzerlik arayanlar, ya cahil olmalı, yahut ard niyetli... İslâm'a göre, tek ve mutlak varlık sadece Allah'tır. Diğer varlıklar, itibarî (relatif) ve geçici hüviyette olan fâni yaratıklardır. Maddî, manevî bütün varlık tezahürleri «Kitab-ı Ekber» olan kâinatımıza serpilmiş «âyetlerden» ve «mesajlardan, ibaret olup Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarının tecellileridir. Bütün,varlığın sahibi, bütün hayatî kıpırdanışlarm kaynağı O'dur, fakat, beş duyumuzla idrak ettiğimiz veya tasavvur ettiğimiz hiçbir şey O değildir. Sadece O'nunla var olan ve O'nunla varlıkta duran, O'nun eserleridir. Eserde müessir aranır, sezilir, ancak, hiçbir eser O değildir. O, bize «şahdamarımızdan daha yakın» ve fakat «idrakimize sonsuzca uzaktır». Yaratıkları tanrılaştırmak ise küfürd

ARD NİYETLİ FAALİYETLER

Resim
Bir önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi, sun'i bir din kurmak mümkün değildir. Hattâ çok defa gözleneceği gibi, sun'i bir din kurma gayretinin arkasında ard niyet yakalamak mümkündür. Sun'i din gayreti çok defa, başka bir dinin maskeli faaliyeti biçiminde belirmektedir. Biz, peygamber tebliğlerinin yozlaştırılabileceğine, istismar edilebileceğine, değiştirilebileceğine, yanlış yorumlanılabileceğine ve fakat sun'i bir din kurulamıyacağına inanırız. Zaten bugün yeryüzünü işgal eden birçok «bozuk din» maalesef çok defa bozulmuş, saptırılmış veya toplumun bâtıl itikatları ile karışmış peygamber tebliğlerini ve şaşırtılmış mukaddes inançları ifade eder. Yani, bu konuda, ard niyetli kişi ve zümrelerin rolü kadar, toplumlarda gelişmiş ve bertaraf edilememiş yanlış kanaatlerin dinin bünyesine karışması da önemli bir unsur olmuştur. Bu tehlike bütün dinleri tehdit eder. Nitekim, bu tehditler İslâm dini hariç; bütün peygamber tebliğlerini tahrip ve tahrif de etmiştir. İslâm, A

SUN'İ BİR DİN MEYDANA GETİRİLEMEZ

Din, samimiyet ister. Yalan üzerine gerçek bina edilemez Bununla beraber, tarihte «sahte din kurucusu» iddiacılarına da rastlanmıştır. Fakat, din, iman, ihlâs, aşk ve doğruluk istediğinden «sahte peygamberlerin» ve «sun'i din kurucularının» foyası kısa zamanda meydana çıkmıştır. İmam-ı Âzam Hazretlerinin buyurdukları gibi «söz, ancak kalbden gelince kalbe tesir eder». Gerçek peygamber, tebliğ ettiği dine, herkesten önce tâ gönülden inanan, bu inancını, her ne pahasına olursa olsun yaşayan kahramandır. «Sun'i din kurmaya kalkışanların» hikâyesini tarih kitaplarında bulabilirsiniz Biz, bu konuda çok garibimize giden bir örnek üzerinde durmak istiyoruz. 19. yüzyılın ünlü sosyoloğu ve Batılıya göre «sosyolojinin kurucusu», «pozitivizmin öncüsü» Auguste Comte, ne hazindir ki, böyle bir «sun'i din» kurucusu olmak iddiasını taşır. Bilindiği gibi Auguste Comte (1789-1857) yılları arasında yaşamıştır. Fransız'dır, tıbbiyeden kovulmalıdır. "Systeme de Plitiqne Positive» adlı

İNSANIN ZEKÂSI VE AKLI

Zekânın çeşitli tarifleri yapılmıştır. Kimine göre zekâ. canlıların intibak kaabiliyeti, kimine göre öğrenme gücü, kimine göre problem çözme ve münasebetleri kavrama hızıdır. Bütün bunlarda, zekâyı, tanımaya yardım eden bir unsur bulmak mümkündür. Fakat, bizce zekâ, idrâkin tecrid (soyutlama), tamim (genelleme) ve ulvî olana tırmanma gücüdür. İnsan, diğer canlılara nazaran daha zekidir, diyoruz. Bu insan idrâkinin, onlara nazaran, güçlü tecrid ve tanım kaabiliyetine sahip olduğunu kabul etmek demektir. Bizi çevreleyen canlı cansız varlıkların bağrına yerleştirilmiş «mesajlar», «objektif veriler» halinde duyu organlarımıza ulaşırlar, biz, yalnız onların idrâkinde kalmayız, onları tecrid ve tamimlerle mefhumlara (kavramlara), hükümlere ve düşünceye kadar işleyerek şuurumuzda yüceltiriz. Kısaca, varlıklardan, olaylardan taşan veriler, insan zihninde ve idrâkinde tasnif edilir, ayıklanır, mânâlandırılır ve yüceltilir. İşte zekâ bu kaabiliyetimizdir insan bu kaabiliyetle doğar. Araştırmacıl

BİLGİNİN KAYNAĞI ALLAH'TIR YARATIKLAR İSE, BİLGİ TAŞIYICISIDIRLAR

Daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Batı'lı filozof varlığın, mahiyeti ve bilginin kaynağı etrafında düşünürken «insan zihni» ile «eşyanın verileri» arasında yalpalamakta, amprizm ile rasyonalizm, materyalizm ile idealizm, dogmatizm ise septisizm... arasında dönüp durmaktadır. Bazan maddede, bazan ruhta karar kılmakta ve fakat bir «fasit daireden» kurtulamamaktadır. İslâm'ın vahyin aydınlığında yıkanmış tefekkürüne göre ise, gerçek ve mutlak varlık sadece Allah'tır. Diğer varlıklar yani bütün «mahlûkat», Allah'ın sıfatlarının tecellileri olarak ve birer «ilâhî mesaj» olarak bilgi yüklüdürler. Madde, hayat, ruh, Mutlak Varlıktan aldıkları bilgi yükünü kendi mahiyetlerine-tabir caizse kendi dillerine- göre, yansıtırlar. Bilginin tek ve mutlak kaynağı «Âlim» ismi ile muttasıf olan (sıfatlanan) Allah'tır. Madde, hayat ve ruh ise birer bilgi taşıyıcısıdır. Dünyamızı ve kâinatımızı dolduran objeler ve varlıklar, taşıdıkları bilgi yükünden habersiz birer mektup gibi, «

YARATIKLAR, YARADAN'ıN «MESAJLARIDIR»

Âlem, bir «Kitab-ı Ekber» (en büyük kitabı) dir. Yer ve gökler, bu kitabın sahifeleri, maddî, hayatî ve ruhî tezahürleri ile bütün varlık ve olaylar ise, bu kitaba yazılmış «mesajları» yahut Kur'an-ı Kerim'in ifadesi ile «âyetleri» ifade ederler. Bu büyük kitabın muhatabı da «düşünen insan»dır. Düşünen insanın rehberi de akla yol gösteren ve onu vahyin aydınlığında yürüten «Kitabullah» tır. Madde, hayat, ruh, varlık tezahürleri olup varlıklarını Mutlak Varlık'ta bulurlar, ancak O'nunla varlıkta durabilirler. O, diledikçe vardırlar. Muhalfarz, Mutlak Varlık olmasa idi, herşey mutlak yoklukta kalacaktı, yani varlıkları muhal olacaktı. Görülüyor ki, yokluk bile ancak O'nunla «yok»tur. Allah, mutlak varlığı ile, yokluğu yokluğa mahkûm eden varlıktır. «Kur'ân-ı Kerîm'in açık hükmüne göre, «herşey O'ndan geldi, yine O'na dönecektir.» İmam-ı Gazalî'ye göre: «Mahlûk (yaratıklar), Hâlık'ın (Yaradan'ın) anahtarıdır». Her varlık, ister madde, ister

MUTLAK VARLIK SADECE ALLAH'TIR

Madde, hayat ve ruh, itibarî (relatif) varlıklardır, Mutlak Varlık ise sadece Allah...İtibarî ve izafî varlıklar, yokolan varlıklar demek değildir. Varlıklarını Mutlak Varlığa borçludurlar. O'nunla vardırlar, O'nunla varlıkta durmaktadırlar. İtibarî ve izafî varlıklar, ne «hiç» tirler, ne de «hep»; onlar, sıfır da olamazlar, sonsuz da olamazlar. Hayat ve ruh konusundaki görüşlerimizi ileride açıklamak üzere, biz, şimdilik, madde ve üç boyutlu varlıklar ve tezahürlerine, neden «mutlak» gözü iie bakamadığımızı açıklamaya çalışalım. «Mutlak» olan iki şeyden söz edilebilir: Birincisi «Mutlak Varlık», ikincisi de «mutlak yokluk». Mutlak Varlık Allah'tır, mutlak yokluk ise «yok»tur. İslâm'da Allah, benzeri ve zıddı olmayan varlıktır. İslâm, «Mutlak Varlık»ta var olma cehdini getirdiği halde, Budizm, «mutlak yoklukta» tükenme ıstırabını savundu. Oysa varlıktan hiçliğe (Nirvanaya) giden bir yol yoktur. İslâm'a göre: «Herşey Allah'tan geldi, yine Allah'a dönecektir.»

İNSAN, ALLAH'I BİLMEKLE YÜKÜMLÜDÜR

insanlardan gayrı varlıklar, sanki bilmekten çok bilinmek için yaratılmışlardır. Onlar. insan gibi «bilmenin çilesini» yaşamıyorlar. İnsandan gayrı her varlık, zarfına konmuş bir mektup gibi, kendinde yazılanlardan habersiz olup muhatabının eline ulaşmayı bekliyor. Sistemimizi aydınlatan güneş bile kendisinin farkında değil, bilmenin çilesini yüklenmemiş. İlim, insan şuurunun şanlı aydınlığında yoğrulur. Bu sebepten insan şuuru, kâinatın içine asılmış, en gerçek aydınlık kaynağıdır. İnsan, maddesi ve bedeni ile çok küçük ve önemsiz bir varlıktır. Lâkin, kâinata ve varlık âlemine bir gözlemci olarak yönelen ruh ve şuuru ile gerçekten muhteşemdir. Bu sebepten «en güzel surette yaratılmış» ve «Allah'ın yeryüzündeki kutlu vekli» olmuştur. İnsan, kendini incelerken, objet-sujet bütünleşir diyoruz. İnsanın idrak ve şuuru da varlık tezahürlerinden birisi olmakla birlikte, diğer varlıklardan farklı olarak yalnız bilginin konusu olarak kalmamakta, bilginin şuuruna da varabilmektedir. İnsan,

İNSANÎN AÇLIĞI

Üzerinde en çok konuşulan konulardan biridir açlık. Bu konu o kadar istismar edilmiştir ki, bir «açlık edebiyatından» bile söz edenler var. Açlığın ilmi de yapılmış. Açık açlık, gizli açlık, marazı (patolojik) açlık... Bilindiği üzere, insan organizması da, tıpkı diğer canlılarda olduğu gibi, kendine mahsus ve belli bir elementler kompozısyonu durumundadır. Bilmem ne kadar su, ne kadar kireç, ne kadar kömür, ne kadar demir, fosfor, azot vesaire gibi elementlerin dengesi üzerine kuruludur. İnsanda bu dengenin tam ve eksiksiz bulunduğunu kabul edebileceğimiz teorik durumu «homostatik denge» olarak isimlendirirler. Fakat insan, devamlı bir hareket ve mücadele durumunda olduğundan, devamlı olarak «enerji» sarfettiğinden bu denge, bir taraftan bozulurken, biz de bir taraftan eksilen elementleri tamamlamak üzere beslenmek zorunda kalırız. İşte «fizyoljik acıkma» budur. Fizyolojik acıkma «mide kazıntısı» biçiminde gözükürse «açık açlık», cilt rahatsızlıkları, tırnak çatlaması gibi biçimlerde